5 Nisan 2017 Çarşamba

87. vilayet-Paris



  Yaklaşık iki aydır Paris'teyim. Hani Anadolu'nun kıyı bucak köylerinde yaşayan güzel insanlarımızın "benim köyüm Paris'ten daha güzel" dedikleri Paris. Paris'in ünü malum dillere destan. Düşünün falanca yerdeki filanca köylü Mehmet amca, köyünün güzelliğini betimlemek için Paris'i seçiyor. Başka bir şehir seçmek yerine, hatta kendi ülkesinden bile seçmeyip, mesela İstanbul, Paris'i seçmek..! Aslında Paris'i gördüğü için değil, daha çok ününü duyduğu için; bu seçim. (Dünyanın en çok turist çeken ülkeler sıralamasında Fransa'nın bir numarada yer alması #yılda83milyonturist# #15,6milyonturistinParis'egelmesi# ,neden Mehmet amcanın Paris'in ününü duyduğuna en iyi kanıt olsa gerek. Şimdi 83 milyon insanın ortalama kişi başı bin Euro harcadığını (uçak,konaklama,alış-veriş vs.) hesaplayın! ) Neyse Paris'in dillere destan ünü, Türkiye'nin turizmde sınıfta kalışı bir tarafta dursun, biz yolumuza devam edelim. Edelim etmesine de ne ile edelim? Tabi ki metro ile. Geçen sene ilk kez geldiğimde bu kadim şehre, afallamak bir yana serseme dönmüştüm. Metro ağı,resmen örümcek ağı gibi sarmış bu şehri. Sarmıştı sarmasına ama gel gelelim akıllı telefonum yoktu o zamanlar. Yıl 2016. Nasıl ya? 2016 yılına kadar!? Evet 2017 yılında akıllı oldum ben. :) Neyse nerde kalmıştık. Hah sersemlik halimde... Elimde,6 Euro'ya gazete bâyisinden aldığım, kazıklanmıştım itiraf edeyim/metroların içinde bedavaya alabiliyorsunuz,sadece metro ağını gösteriyor,benim haritamın üzerinde önemli yerlerin üç boyutlu resimleri vardı mesela/, şehir haritamla geziyordum (açıldığında iki büyük boy sehpa boyutunda oluyordu). Bir önceki günden gideceğim yeri belirliyor, hangi metro ile gidip, hangisinde aktarma yapabileceğimi felan kestirmeye çalışıyordum. Akıllı telefon işte bu noktada devreye giriyor. Ücretsiz WiFi olan herhangi bir noktadan, çok rahat işimi halledebilecekken, girdiğim bu eziyet sonucunda, akıllı telefonun beni götüremeyeceği yerlere gitmiş oldum. Aslında geçen sene Paris sokaklarında gezerken kayboluyordum. Evet, tam manasıyla kayboluyordum. İtiraf etmeliyim ki bir önceki günden hazırladığım varış noktasına ulaşayım derken, daha başka bir yerdeki bambaşka bir sanat eserini,turistik mekanları, müthiş binaları, müzeleri karşımda bulup; "aaa bu da varmış" dedikten sonra 'acaba girişler ücretsiz midir?' diye kendi kendime sorar olduğum anların sayısı hayli fazla. Tam da bu noktada geçen seneden bir hadiseyi aktarmam gerekiyor. Yarım yamalak teçhizatım, yabancı dilim(teçhizatımdan daha da yarım^.^) ve akılsız telefonumla yine Paris sokaklarında geziyordum. On gün içerisinde, günlük en az yürüdüğüm mesafe iki kilometre oluyordu. Yine böyle bir günde, güzel ve dar bi' sokaktan geçerken, benim gibi turist olduklarını düşündüğüm bir çift, sokaktan geçen muhtemelen Parisli bir beye, ellerindeki haritayı göstererek gitmek istedikleri yeri soruyorlardı. Adamcağız biraz açıklar gibi olduktan sonra, "burası Paris, Paris'i keşfetmenin en iyi yolu kaybolmaktır" dedi. En azından manası buydu. Yabancı dilimin iyi olmadığını daha önceden söylemiştim. Buraya tercümesini "afili" yazdığıma bakmayın. Evet afilli değil, doğru yazılışı 'afili'dir. Yine duramadım! Neyse işte bu söz o kadar hoşuma gitmişti ki, akıllı telefonum olmayışına tekrardan sevinebilmiştim. Telefonun akıllısı, kaybolamamak demekti. Ve geçen sene Paris'i gezerken, ben hep kayboldum; kayboldukça büyülendim, büyülendikçe gezdim, gezdikçe büyülendim. Çoğu zaman da hayıflandım. İnsan karşılaştırma yapmadan duramıyor böyle yerlerde. Caaaağnım ülkemin, o kadar güzelliğine rağmen; hak ettiği seviyeye... Neyse birilerinin zamanı, konforu, tatili, konaklaması, evinden işine gitmesi, çocuğunu alıp sinemaya, tiyatroya götürmesi benim ülkemde bazılarınınkinden daha değerli ve önemli. Hâl böyle olunca bazıları çalışıp, alın teri dökmesine rağmen tüm saydıklarımı ve sayamadıklarımı yapamayacak! Bazıları da  trafiği kesecek,insanları bekletecek ve öne geçecek,eşini dostunu milletin vergisiyle tertip edilen organizasyonlara özel uçağıyla, VIP götürecek, makam aracında sessiz sedasız giderken, Ankara/Ulus-Anafartalar Çarşısı önünde belediye otobüsüne binmek için hücum eden garibanları görmezden gelecek vs. vs. Sonra tüm belediye başkanları Avrupa'ya, gezmeye gidecek. Mehmet amca,köyünü Paris'ten âlâ bilecek. Avrupa'dan örnek alıp, hizmeti geri götürmek üzere, milletin vergisiyle seyahat eden belediye başkanları, bu sırada "yahu metro felan bunları boşverin,şarap ve peyniri meşhur diyorlardı, akşama Paris'te neredeyiz" diye yanındakilere soracak. Ne de olsa geri döndüğünde, bayramlarda belediye otobüslerini bedava yapacak! Halk da buna sevinecek! Neden bunları düşünüp, gayretle hizmet etmeye çalışsın ki! İşte bu hayıflanma anlarımdan birinde, 3.04.2017 öğleden sonra saat bir buçukta, bir metrodan diğerine aktarma yaparken indirimli bilet kullandığım için 85 Euro ceza yedim. Ve rüya bitti! Paris, bundan sonra benim için bir hiçsin! Dünya beşten büyük ey Paris! Kahire 82, Şam 83, Bağdat 84, Mekke 85, Medine 86, bu oyun bitti Paris! Bu oyun bitti! Seni 87. vilayetimiz yapmasını biliriz! 85 Euro'nun intikamını almak için, vatan için, millet için, mesajınızı aldım, haydaaaa ver mehteri! 😂



 
2017,Mart,Paris (orijinal boyut için resme tıklayınız)

22 Ocak 2017 Pazar

Maas Nehri





   Hollanda, Belçika ve Fransa topraklarında yüzyıllardır akan bir nehir; Maas nehri. Aynı zamanda Hollanda ve Belçika'nın doğal sınırı. Avrupa'da görüp görebileceğiniz diğer nehirlerden pek de bi' farkı yok aslında. Adına şiirler,şarkılar, türküler yazılmış mıdır? Doğruyu söylemek gerekirse pek de umurumda değil.  
   Ben bu nehri ilk defa 3 kilometrelik bir yürüyüşün sonunda görmüştüm. Güneş tepede, 'Hollanda bu kadar sıcak nasıl olabilir' diye serzenişte bulunduğum o an, karşıma çıkmıştı. Çıkmıştı çıkmasınada dikkatimi çeken ilk şey; nehrin üzerinde uzanan, demirden yapılmış bir köprünün tam ortasında, kocaman harflerle yazılmış bir yazı olmuştu. Aslında tepki olarak 'haydaaa burda bari olmasın' diyecekken, benim tepkim  'hasss..' olmuştu. Gerçekten de böyleydi! Sonra arkasından istemsiz bir şekilde gelen kahkaha... Yazıya dönecek olursak, kocaman harflerle 'EFSANE' yazıyordu. Evet, şuan okuduğunuz şekli ile, Türkçe... Ulan onca yol tepip, su yerine yanlışlıkla mineralli su içseydim, bkz: Avrupa'ya gelen tipik Türk klişesi; "abi normal su yok yaa!", bu kadar hayal kırıklığına uğratamazdı beni! Sonra, yazanın bir bildiği vardır elbet deyip gerisin geriye döndüm.O gün, daha fazla ilerlemeye ne dermanım kalmıştı ne de şevkim! 
   Birkaç gün sonra tekrar üç kilometrelik o mesafeyi, yine aynı sıcak havada yürüyüp nehre geldiğimde, yazıyı görmemek için dua ederken, algıda seçiciliğin de ötesinde, resmen batarcasına bana dönmüş bir şekilde 'EFSANE' yazıyordu. Aslında nehrin, bizim oraların tabiriyle 'sanayi çıkışı' kısmına yakın yerindeydi, bu köprü. En azından yazılacaksa buraya yazılmalıydı. Yaklaşık bir kilometre ilerde ise iki tarafı birbirine bağlayan, yaya ve taşıt kullanımına açık olan asıl köprü tüm güzelliğiyle duruyordu. 'EFSANE' ye bir bakış attım ve 'müsaadenle ağabey' dedikten sonra bir kilometre daha yürüdüm. Ve klasik bir Hollanda manzarası ile karşı karşıyaydım; ayaklarınızın altından tıpkı zaman gibi akıp giden bir nehir, kollarını 'köyümüze hoşgeldiniz' dercesine açmış bir köprü, ve yüzleri gülen insanlar! 

   



( Maastricht, Hollanda, Aralık,2016- Yılbaşına iki gün kala, Brüksel yolculuğu, henüz gün ağarmadan önce. Fotoğrafın orijinal boyutunu görmek için tıklayınız.)




20 Ocak 2017 Cuma

Sokaklar

 


   Evden çıkıp sokağa adımınızı attığınızda, eğer telaşlı değilseniz,maalesef şu günlerde hep bir telaş var, o anı hissedebilmeniz muhtemeldir. Gördüğünüz her şey, vücudunuzda  şiddetli reaksiyonlara sebep olurken, beyninize binlerce sinyal gönderir. Kalp atışlarınızın ritmi düzensizleşir ve sıklıkla daha hızlı seyretmeye başlar. Cildinizin tüm gözenekleri, nefes alma verme hareketini, içten gelen bir arzu ile yapmaya ve daha az öncesine kadar birçok şeyi duymayan, duymak istemeyen kulaklarınız, daha iyi bir şekilde duymaya başlar. Ve o an tüm sokağın sizde uyandırdığı tepkiler, eşsiz bir uyuma bürünür.

 "Gerçekten de sonsuz bir sessizlik, bir uyum, bir şiir sarmıştı ortalığı." N. Araz     

   Tam manasıyla bir şiirdir, sokağa adımını atmak. Bir şiiri okur gibi sokağı okumak...Hele o, eskilerin kalabalık ev sakinleri etrafınızda artık yoksa,yalnız yaşıyorsanız veya birlikte yaşadığınız diğer insanlar hayatın amansız ve keskin pençelerine yakalanmış bir av hayvanı gibi ruhsuzlaşmış, sabitleşmiş ise derin bir sessizlikten sokağa doğru adım atmış olursunuz. İşte o an; kulaklarınız, gözleriniz, deriniz, burnunuz, beyniniz tüm mevcudiyetiniz derin bir kış uykusundan kalkmışçasına; hissetmeye, arzulamaya, dokunmaya başlar. Bir şiiri okumak da böyle değil midir? Tüm duygularınız, şiirin hecelerinde netleşir, kendini bulur, hisseder, kah coşar kah durulur... Sonra şiiri/sokağı okumanın, verdiği mutluluk duygusu ile hayata dair umudunuz yeniden yeşerir. Çocukların varlığı ya da kuşların cıvıltısı veyahut börtü böceğin olması değildir, size bu umudu yeniden kazandıran. Bilakis sokağın ta kendisidir! Tıpkı aşk gibi! Sokağın kendisi de aşk gibi; sizi,etrafınızdakileri ve sizi siz yapan en güzel şeyleri içerisinde barındırır. Sokak ve aşk adeta, fabrika ayarlarına geri dönme butonudur. Her adımınızı attığınızda en başa,ana rahminden ilk çıktığınız anınızdaki savunmasız halinize, döner ve her defasında korku ve endişe dolu olsanız da, başladığınız bu yolda daha ileriye gitmeyi hedeflersiniz. Kimi zaman  aksayarak da olsa... Ve neticesinde her ikisinde de, başka yerlerden bulup öğrenemeyeceğiniz tecrübeleri, edinmiş olursunuz. Yeter ki sokaklar, şiirler ve aşklar; insanların özgürce gezebildiği, yaşayabildiği, hissedebildiği, bu duyguları tüm duyularıyla tahayyül edebildiği,

  "Kapıları yeşil sabahlara açılan sıcak tahayyüllerle dolu yaz geceleri..."Y. K. Beyatlı  

...bunları tüm duygularıyla tahayyül edebildiği, kendilerini tekrar tekrar sıfırlamak için boşluğuna bırakabildiği, mesafelerimizi doğayı, kuşları, bulutları, bir buzağın anasından süt emişini izleyerek ve tüm bunları düşünerek katedebildiğimiz, anılarımızı tekrar tekrar yâd ettiğimiz, korkmadan, endişeye kapılmadan, barış ve refah içinde, samimi ve sıcak bir adım atabildiğimiz, öfkenin yerini merhametin aldığı, arz ve semânın her köşesinin 'merhaba'ların her dildeki versiyonuyla uğuldadığı, selamın yaygınlaştığı, tahammülün zor olmadığı, gerçek aşkla ve gerçekten aşık olanlarla dolup taştığı sokaklar, şiirler ve aşklar olsun...

  "Ama insan havsalası bundan ilerisini tahayyül edemez."N. F. Kısakürek


 (Hollanda,Maastricht, 2016,Aralık. Orijinal boyutu görmek için fotoğrafa tıklayınız.)

19 Ocak 2017 Perşembe

Kiraz Ağacı


       

   Sımsıkı kenetlenmiş, her kenetlenme eylemi sonucunda daha da kuvvetli bir hale bürünmüş, ta ki kırılma noktasına kadar sıkıca kenetlendiğinde; yeni bir dal vererek huzura kavuşabilmişti. Bu eylem o kadar çok tekrarlanmıştı ki; küçücük bir tohum toprağa girdikten bir yıl sonrasında, kocaman bir ağaç olma yolunda hızlıca ilerlemişti. Tohumun sabırsız bekleyişlerinin neticesinde, ilk kez toprağı delip göğü görebildiği o an, eşsiz bir duyguydu.Bu kadar küçük bir şeyin bu denli büyüyebileciğini tahmin edebilmiş miydi bilinmez ama, kenetlenmeleri sonucu birçok dala kavuşacağını ve her bir dalında yüzlerce tomurcuk açıp, çiçekleneceği hayaliyle geçirmişti günlerini. Doğadan özlemle beklediği her yağmur damlasını içine,en içine çekmiş, yeşilleneceği güne bir an önce kavuşabilmek için var gücüyle damlaları özümsemişti. Bu özümsemenin tek bir gayesi vardı; doğadan aldığı ne varsa, daha fazlasını tekrardan doğaya geri verebilmek... Evet o, bir kiraz ağacıydı. Dallarında kocaman, iri iri, kıpkırmızı ve sulu kirazları olan,tadı kendine has ve herkes tarafından çok sevilen, yazın gelişinin en güzel habercisi, küçük çocukların dalından kopardıkları kirazları, kulağına takıp poz verdiği, bir kiraz ağacı olacaktı.  Komşu ağaçlara çiçeklenme döneminde, en güzel çiçek açma eylemini sergileyecek ve onları muhtemelen kıskandırabilecek güzelliğe sahip olacak, bir kiraz ağacı.